Birçok ressamın bir araya gelerek uğraşıp ta bulamadığı, kiminin kuru bir yaprakta kiminin bir sonbaharda aradığı yalnızlığı yaşarken, melankolik bir rüzgârın daha ayak basılmamış, el değmemiş ve henüz bekâretini kaybetmemiş genç ve masum bir kızın olduğunu fısıldarken kulaklarıma işte ben o an vaktin geldiğini düşünüyor, umudumu yeşertiyor ve eski bir defterin arasından çıkarmış olduğum kurumuş bir gelinciğe can verebilmek için şiirler yazıyorum. Ara sıra umutsuzluğa kapıldığım anlar olmuyor değil. Fıtratımıza sanki bir ayrılık, bir yalnızlık büyüsü üflenmişçesine çalan her tren çığlığında umudum baltalanıyor sancılı bir şekilde köşeme çekilip usulca bu fırtınanın geçmesini bekliyorum. Ardından bir tren çığlığı daha kopuyor. Bir ihtilal oluyor yüreğimin kuytu sokaklarında. Kürsüye çıkmış küçük bir çocuk bir ihtilal bildirgesi okuyor. Tanıdığım ve tanımadığım herkes ellerinde silahlarla sokağa dökülüyor. Silah, siren ve savaş yalvarmaları bir uğultu eşliğinde birbirine karışıyor. Kulaklarımın aşina olduğu bir ses iliklerime dokunurken her nefes alışımda ürperiyorum. Yoksa o mu? Ardından kargaşanın olduğu yere bakıyorum. İhtilal namlusunun ucunda bir kız beliriyor, saçları uzun, uzun ve güzel bir kız. O diyorlar, işte o. Tutun, yakalayın, kaçmasın. Tutalım, bırakmayalım bir darağacına, asalım ibret-i âlem için. Haykırıyor genç kız. Başını iki elinin arasına almış yere diz çökmüş bir kızın yalvarmalarını dinliyorum. Ne olur durun ne olur. O kızdı. Yüzünü hayal meyal hatırladığım, belki unutmaya çalıştığım bir kız. O işte o kız. Yüreğimin sesini dinleyerek sadece koşuyorum. Ara sıra bilinçsizce kelimeler yuvarlanıyor dilimde. Bırakın, lütfen yapmayın, vurmayın. Haykırmalarımın kifayetsiz olduğunu anlayıp sadece koşuyorum. Birkaç dakika sonra yanındaydım. O an beklide yapabileceğim en güzel şeyi yaptım, sarıldım. Başını omuzlarıma yaslayıp iyice sarıldım. Yağmurda ıslanmış bir serçe yavrusu gibi ürkek ve titrek. Bekli de hiç bu kadar sık atmamıştı kalbi. Bedenini delercesine çarpıyordu. Bense hiç bu kadar sarılmamıştım ona. Eskisi gibi sıcacıktı. Cahil cesaretimi toplayıp biran bırakın diyebildim. Herkes gözümün içine bakarken yağmur gibi sorular yağdırıyor benim cevaplarım ise sadece evet oluyordu.
—Bu kız o kız değil mi?
—Evet.
—Seni ağlatan,
—Evet
—Seni hayata küstürüp kaçıp giden kız bu kız değil mi?
—Evet.
—Neden hala koruyorsun onu?
—Bilmiyorum, bilmiyorum, bilmiyorum…
Nasıl bırakabilirdim onu o halde. Son bir cesaretle son defa ellerinden tutarak onu çok uzaklara yolladım.
Hadi gülüm git uğurlar ola.
Daha nice gönüllerde ak umutlara.
Ardında kalmasın gözlerin affettim seni.
Mutlu ol bir başkasının koynunda.
Sonunda gözlerden kaybolmuştu kız Birkaç dakikaya onlarca düşünce sığdırabildim. Biran o kollarımın arasındayken ona dair hiçbir şey hissetmediğimin farkına vardım. Anlaşılan o ki nefretim sevgimi, sevgimse nefretimi bitirmişti. Yapmam gereken bir şey daha kaldı. Hatıralar.
Evet. İhtilaldi bu. Yüreğime konuşlanmış nefrete gebe bir sevgiyi Beşocak Meydanı’nda gözler önünde astım. Yetmedi. İlmeği boynundan çıkarıp bir gayzla bu menfur cesedi kor ateşlerde yaktım. Kalanları süpürmeden çöpçüler avucuma bir tutam kül aldım.
Avuçlarımın arasına o eski hatıralardan bir tutam kül kalmıştı. Yapmam gereken o son şeyi yaptım. Cebimden çıkardığım külü, Taş Köprü’den Seyhan’ın soğuk sularına bıraktım Bir anda normale döndü her şey. Ona ait her şey silinmişti beynimden. Kokusu bile…
Kulakları tırmalayan sözler yerini sessizliğe bıraktı. Sonunda sokaklar eski sessizliğine döndü. Gecenin karası güneşin koynunda kaybolurken, kürsüdeki çocuk bir savaş yorgunluğuyla da olsa gülümsedi ve doğan güneşe usulca seslendi. Merhaba…
ULUBAT GÜNEZ
01.04.2008 |